Martin, Sinan ve Ben

Üç üyeli "farklı isimlerle aynı hayatı yaşayanlar" kulübünün ilk geleneksel toplantısı için Çanakkale Yeni Kordon'da boğaza bakan bir balkonda toplandık. Üyeler Amerikalı yazar, denizci ve bireyci Martin Eden, atanamamış öğretmen ve satılmayan Ahlat Ağacı'nın yazarı Sinan ve ne halt ettiği belli olmayan, işsiz ve basılmayan Tragédie De La Mer'in yazarı bendeniz. Martin'in önünde viski var. Sinan bira içiyor, benim önümdeyse bir kadeh karadut şarabı var. Ne olduda bu üç adam yan yana geldi? Tek ortak noktaları yazmaları mı? Hayır. Eğer sadece bu olsaydı yazmaya değer olmazdı. Olay daha komplike. Sinan ile aynı üniversitede okuduk ve bir müddet aynı şehirde yaşadık. Onun nobel verseler gidip almaz yazarla tartıştığı kitapevine ders kitaplarımı almaya giderdim. Martin ile ortak yönümüz yazdığımız konular. Kafamızı bozan şeyleri ya da denizi yazıyoruz. Aynı meslekten geliyoruz diyemem. Çoğu kişi beni denizci olarak görsede ben ekmeğini denizden kazananlardan olduğumu düşünmüyorum. İlhamımı ondan aldığımı söylemek daha iyi olur. Üçümüzüm ortak noktası reddedilmektir. Sayısız dergi ve yayınevi bizleri kapısından çevirmiştir. Üçümüzde tepe üstü giden yaşamların o kapıdan içeri girince düzeleceğine inanıyorduk. Hep aynı şey oldu. Sinan'ın suratına söylediler. Martin'e herkese yolladıkları o cevabı sabah postacı eline tutuşturuyordu. Ben mail bildirimiyle önce heyecanlanıp sonra küfür ediyordum. Martin'e daktilo ile yazdıklarını bana gününüz teknolojisi ile yolluyorlardı. Sandalyemde geriye doğru yaslanıp ayaklarımı ileri uzattığımda ayağım bir şeye çarptı. Eğilip baktım. Martin'in zarflanıp yollanmış ve sonra geri dönmüş yazılarının olduğu yığın ve yanında Sinan'ın bir kısmı küflenmiş satılmamış kitaplar yığını. Bu iki yığının üzerindeyse benim ekranlı daktilom dediğim külüstür laptopum. Hepimiz aynı şeyi yaşadık. Önce yürekten inandılar, sonra tereddüte düştüler sonra vazgeç dediler. Haklıydılar. Yazdıklarımıza aşıktık. Çok zaman sonra tekrar okuyunca o amatör karalamalardan utandık. İki şeye sinirlenip isyan ettik. İlki bizden kötü yazanların dergilerde yer bulup, raflara doluşarak ceplerini doldurmalarıydı. İkinci ise o editör denilen şahsın insafına kalmış olmak. O an canı isterse ya da iyi günündeyse onay verir ya da canı istemezse kalıplaşmış bir metinle kapıyı gösterirler. Martin'in onlar hakkında söylediği şeyi her zaman sevmişimdir. Editörler editörlük yapıyorlar çünkü onlar yazamıyorlardır der. Denemiş fakat yazmayı başaramamışlardır. Bu yüzden editör oldular. Editörleri yazarlardan aşağıda gören bu düşünce yazarlık kibrinden geliyordu. Her yazar yazma yeteneğinin herkese bahşedilmemiş olduğu farkettiğinde bir miktar kibirlenir. Bu kibrin seviyesi kişiden kişiye değişir. Bu kibrindeki haklılığıda öyle. Bir yandan içip boğazı seyrederken yavaş yavaş muhabbete başladık. Ben geçen bir karakol botunu gösterip ona binmiştim diyerek her zamanki anılar faslına başladım sonra Martin ve Sinan'da anlatmaya başladı. Bir baktık Martin ateşli ateşli anlatmaya başlamış. Konu tabiiki Spencer. Sinan "Bu iyice bizim imamlara döndü. Gel bir gün köye gidelim muhabbet edersiniz." diye takıldı. Sonra herkes reddedilişleri anlattı. Sıkıldık, kordona indik. Sağa doğru yürümeye başladık. Tabyayı geçip sonunda Sarı Çay'a vardık. Köprünün ortasında durduk.

Su başında durmuşuz,
Martin, Sinan ve ben.
Suyun şavkı vuruyor,
Martin'e Sinan'a birde bana.

Kilitbahir'e bakıyoruz. Güneş kalenin ardındaki tepeye yaklaşıyor. Hava kızıllaşmakta. Martin Ruth'u düşünüyor ve Lizzie'yi. Sinan o öpüşü düşünüyor. Ben düşünmemek için altımızdan akan suya bakıyorum.

Yorumlar

Popüler Yayınlar