Hakan T. Karateke’nin Padişahım Çok Yaşa! (Osmanlı Devletinin Son Yüzyılında Merasimler) Kitabının Değerlendirilmesi
Osmanlı
İmparatorluğu’nun son yüzyılını düşündüğümüzde ilk aklımıza gelenler ekonomik
çöküş, kaybedilen savaşlar, elden çıkan topraklar ve imparatorluğun çağı
yakalamak üzere yaptığı son hamlelerdir. Hakan Karateke ise çalışmasında
bunların dışında hala ihtişamını sergilemek isteyen imparatorluğun
merasimlerini gösterirken aynı zamanda sarayın içerisinden günlük yaşam
tabloları aksettirmektedir. Bunların yanında halkın ve yabancı temsilcilerin
Osmanlı’ya bakışındaki değişimi görmekteyiz.
Karateke çalışmasında Osmanlı’nın
son yedi padişahı olan Sultan II. Mahmud, Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz,
Sultan V. Murad, Sultan II. Abdülhamid, Sultan Mehmet Reşad ve Sultan
Vahideddin’i kısaca tanıtarak başlamış ve daha sonra altı kısımda merasimleri
incelemiştir. Önce okur için bir temelin hazırlandığı, tarihsel kökenin
incelendiği daha sonra konunun üzerine inşa edildiği kümülatif bir çalışmadır. Her
başlık altında yedi sultanın döneminde merasimlerde yaşananlar ve görülen
değişiklikler anlatılırken günümüzde de çokça tartışmalara sebep olan Sultan
II. Abdülhamid’e diğer sultanlardan daha fazla yer ayrılmıştır. Merasimlerde
II. Mahmud döneminde itibaren batılı dokunuşlar yapılmışsa da kadim geleneklere
uyulmakta ısrar edildiği, Sultan II. Abdülhamid döneminin sonuna kadar
Dolmabahçe Sarayı’na taşınışın etkisiyle batılı anlamda birçok değişiklik
yapıldığını görmekteyiz. Sultan V. Murad’ın kılıç kuşanmaması ile başlayan
bozulmalar yazarın “hikâyenin sonu” olarak tanımladığı Sultan Vahideddin
döneminde saçak öpmeyi reddeden mebuslar ya da protokol kurallarına riayet
etmeyen kişilerle sultanın otoritesinde zayıflamalar gün yüzüne çıkmıştır.
Eserde incelenen merasimler cülus ve
beyat merasimleri, kılıç kuşanma, muayede, Cuma selamlığı, kabul törenleri ve
dini merasimlerdir. Kaynak olarak ağırlıklı şekilde teşrifat defterleri ve o
dönemde İstanbul’da bulunan, merasimlere tanıklık etmiş yerli ve yabancı
kişilerin hatıratlarından yararlanılmıştır.
Törenler ağırlıklı olarak Topkapı
Sarayı Babüssade kapısı önünde yapılmakla birlikte Dolmabahçe Sarayı’nın
tamamlanmasının ardından burada yapılmaya başlanmıştır. Törenler Teşrifatçılar
tarafından organize edilip yürütülürken tören öncesi hazırlıklar 1 hafta önce
başlamaktaydı. Törene katılacak kişilere davetiyeler gönderilmekte ve bu
davetiye metinleri önce sultanın onayına sunulmaktaydı. Yabancı temsilciliklere
ise davetiye gönderildiği gibi bazı durumlardaysa davetiye dışında katılacak
kişi kontenjanı bildiriliyordu. Şehirde bulunan yabancıların bu törenlere
ilgiyle yaklaştıkları görülmüştür. Tören alayının ilerleyeceği yola ve saray
dışında yapılacak törenlerde –misal Eyüp sultan Türbesindeki kılıç kuşanma
merasiminde- halkın izleyebilmesi için tribünler kurulduğu, tören saatinden
önce Mızıka-ı Humayun’un gelerek konser verdiği ve bu konserlerde Rossini,
Mozart gibi bestecilerin eserlerini icra ettikleri anlatılmaktadır. Tören
alaylarının kullandığı rota ise Bizans’tan beri tören yolu olarak kullanılan
Divan Yoluydu. Deniz yolu kullanılacak ise saltanat kayıkları ile seyahat
ediliyordu. Yazar çalışmasını tören düzenini gösteren krokilerle açıklamasının
yanı sıra ilginç anekdotlarla da desteklemiştir.
Sultan II. Abdülhamid’in Yıldız
Sarayı günlerinde ise sarayın halka açılarak bir müze gibi gezmesine izin
verildiği bir dönem olmuştur. Bu dönemde yabancı ziyaretçilerden lakayt şekilde
gelip sultanı görmek istediklerini söyleyenler ve ziyaret sebebi sorulunca
sadece merak ettiklerini ya da imtiyaz istemek için geldiklerini söyleyenler
bulunmaktaydı.
Cülus ve Beyat Merasimleri:
Beyat bir çeşit akit olup şahısların
yeni sultana bağlılıklarını bildirmesidir. Kökeni Hz. Muhammet’e dayanan bu
uygulamada Kelime-i Şahadet getirip Müslüman olan kişilerden peygambere beyat
etmeleri de istenmişti. Bu dine geçişin yanında siyasi olarak da bağlılığın
sağlanması içindi. Benzer bir uygulama Avrupa’da feodal derebeyliklerde
serflerin senyörlere yemin ederek bağlılık bildirilmesi görülmektedir.
Osmanlı’da beyat töreni ise ilk kez II. Bayezid’den itibaren yapılmaya
başlanmıştır. Törende ilk beyat Topkapı Sarayı’nda Hırka-ı Saadet odasında gerçekleştirilir
ve ilk önce Şeyhülislam ve Sadrazam gibi yüksek rütbeli devlet adamlarının
bağlılıklarını sunmasıyla başlardı. Bu törenin ardından yeni sultanın cülusu
İstanbul halkına 101 pare top atışı duyurulur ve cülusu duyurmak için cülus
fermanı gönderildiği, telgrafların çekildiği, tellal çıkarıldığı ve taşrada günde
5 vakit 21 pare top atıldığı bahsedilmektedir. Cülus fermanı halka okunur ve
Cuma namazında hutbede yeni sultanın ismi zikredilir ve namaz sonrası yeni
sultan için dua edilirdi. Hırka-ı Saadet odasındaki ilk beyattan sonra
Babüssade kapısı önünde kurulan tahta geçilirdi ve törene burada devam
edilirdi. Yavuz Sultan Selim döneminden sonra Altın taht törenlerde
kullanılmaya başlanmıştır. Beyat edecek kişi geldiğinde sultan ayağa kalkar
beyatın sunulmasından sonra alkış/ tezahürat yapılır ve sultan tekrar tahta
otururdu. Topkapı Sarayı dışında yapılan 3 beyat töreni bulunmaktadır. Bunlar
Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan II. Abdülhamit’in beyat töreni ve Erkan-ı Harbiye
Nezareti binasının üst katında bulunan hünkâr odasında yapılan V. Murad ve V.
Mehmet’in beyat törenleridir. Tören Nakibüleşrafın duasıyla başlar ve padişah
dua bitene kadar ayakta beklerdi. Devlet adamları ve saray halkının biatlarını
sunmalarının ardından halk adına gelen temsilcilerde biatlarını sunarlardı.
Gayrimüslim temsilciler törenden birkaç gün sonra saraya giderek bağlılıklarını
bildirirlerdi. Sünni hukuka göre sultanın hükümdarlığının meşru olmasının ana
şartlarından birisi kendisine beyat edilmesidir. Yabancı temsilcilerin
hediyelerle birlikte cülus tebrikinde bulunurlar. Cülus bahşişi Yeniçeri Ocağı
ile özdeşleştiği için ocağın kaldırılmasından sonra kaldırılmıştır.
Cülus kutlamalarında resmi
dairelerinin tatil edildiği, şehirlerin süslendiği, fener alaylarının
düzenlendiği görülmektedir. Ayrıca Sultanın tahta çıkışının yıl dönümlerinde ve
doğum gününde de törenler yapılmaktadır. Yevm-i Cülus günlerinde evler ve
sokaklar kandillerle süslenmekteydi ve evlerin kandillerle süslenmesi sadece
belirli kişilere tanınan bir hak olup bu hakkı alanların bunu övünç meselesi
haline getirdiği görülmektedir. Padişahın doğum günlerinde ise mevlit okutulduğu
bilinmektedir.
Kılıç Kuşanma Merasimi:
Kılıç
kuşanma/kuşatma bir kişiye yetki verme ve tahta çıkma işaretidir. Avrupa’daki taç giyme töreninin karşılığı
olarak görülür. Osmanlı’da ilk kez kılıç kuşanma töreni II. Murad’a
dayandırılmaktadır. Eyüp Sultan türbesinde yapılan törenler ise 16. Yüzyılın sonuna
rastlamaktadır. Tören için Eyüp’e eğer divan yolu üzerinden karadan gidilmişse
dönüşte saltanat kayığı ile denizden dönülmesi; eğer denizden Eyüp’e gidildiyse
saraya Divan Yolu üzerinden karadan dönülmesi adet haline gelmişti. Seyretmek
için toplanan halk kurulan tribünde ya da duvarların üzerine çıkarak izlerdi.
Tören Eyüp Camii içerisinde yapılırdı.
Kılıç
kuşanma töreninde sıkça kullanılan iki kılıç bulunmaktadır. Bunlar Osman
Gazi’nin kılıcı ve Hz. Ömer’in kılıcıdır. Kutsal emanetlerde Hz. Muhammet’e ait
2 kılıç bulunsa da törenlerde tercih edilmemişlerdir. Bunun sebebinin gerçekten
Hz. Muhammet’e ait olduklarının şüpheli oluşudur. Aynı şüphe Osman Gazi’nin kılıcı
içinde geçerlidir. II. Mahmud ve II. Abdülhamid hem Osman Gazi’nin kılıcını hem
de Hz. Ömer’in kılıcını kuşanmışlardır. Burada verilmek istenen mesaj hem
hanedanın hem de halifeliğin devamını temsil etmektir.
Kılıç
kuşanma cülusu takip eden hafta içerisinde yapılmakla birlikte bununla alakalı
bir yazılı kural yoktur. Kılıç kuşanmayan tek padişah ise V. Murad’dır ve
tahtta kaldığı 3 ay boyunca kılıç kuşanmamıştır.
Kılıç
kuşanma için Eyüp Camii’ne gelen sultana kılıcını genellikle dini bir şahsiyet
kuşandırmıştır. Dönemine göre saygı duyulan bir şeyh, şeyhülislam ya da
nakibüleşraf tarafından kılıç kuşandırılırdı. Kılıç hazine kethüdası tarafından
getirilir. Bazı padişahlar kılıcı alıp kuşatacak kişiye vererek temsili bir
görevlendirmede bulunurken bazı padişahlarda ise kuşatan kişi kethüdadan kılıcı
almıştır.
Muayede (Bayramlaşma) Merasimleri:
Osmanlı’da Ramazan Bayramı Şevval
ayının ilk günlerinde, Kurban Bayramı ise Zilhicce ayının 10. gününde devlet
törenleriyle kutlanırdı. Bayramlaşma saray için bir tören olmasının dışında
beyat yenileme olarak görülmekteydi. Sultan II. Abdülhamid dönemi öncesinde bayramlaşma
bayramdan 5 gün önce başlamaktaydı. Düşük rütbeli memurların bayramlaşmaları
ile başlar ve rütbe arttıkça bayram gününe yaklaşılırdı. Sadrazam ve vezirler
Arife gününde ya da bir gün öncesinde alayla makamlarına giderek ziyaret
ederlerdi.
Arife
günü padişah öğle ve ikindi namazlarını hırka dairesinde kıldıktan sonra arz
odasında bir arife divanı kurulurdu. Bayram sabahı yine Hırka-ı Şerif odasında
sabah namazı kılınır ve ardından muayede-i havas yapılırdı. Daha sonra Akağalar
kapısı önünde kurulan tahtta muayede-i avam yapılırdı. Düzenlenecek bayram
alayı ile Ayasofya ya da Sultan Ahmet Camiinde bayram namazı kılınırdı. Bu
namaz aynı zamanda sultanın Müslüman tebaası ile arasındaki bağların güçlenmesi
açısından önemlidir. Sultanın halk tarafından yakından görülmesi hakkında
yayılan dedikoduları azaltacağı gibi halkıda yatıştırıcı tesir yaratmaktadır.
Diğer yandan tören görsel propaganda malzemesi olarak kullanılmak
istenmektedir. Namazdan sonra sultan saraya döner. Eğer kurban bayramıysa
sultan ilk kurbanı kendi keser sonra kızlar ağasına vekâlet verirdi. Daha sonra
harem halkı ile bayramlaşılırdı.
Törenle
ilgili ilk değişikliklerin II. Mahmud’un Rami günlerine dayanmaktadır. Buradaki
törene alışıla gelinmiş kıyafetler dışında büyük üniforma ve kıyafetlerin
giyilmesi ve törende mızıka bulunması dikkat çekmekte. II. Mahmud yazar
tarafından II. Abdülhamid’den sonra en ok üzerine durulan padişahtır. Rami
günleri üzerinden sık sık bahsetmektedir.
Törene
katılanların listesi Teşrifat Dairesince tutulmakta ve davet edildiği halde
katılmayanlar not alınmaktaydı. Sultan Abdülaziz döneminde daha önce yasak olan
yabancıların ve gayrimüslimlerin töreni izlemelerine izin verilmiştir. II.
Abdülhamid döneminden itibaren törende değişiklerin arttığı görülmekte. Namazın
kılınacağı camilerin değiştirilmesi bunlardan biridir. Aynı zamanda Topkapı
sarayı yerine Dolmabahçe ve Yıldız saraylarında törenler yapılmıştır. Tören dua
edilerek başlanırdı. Salona alınan davetliler temenna ederler ve genellikle
yaverin tutmakta olduğu saçağı öperlerdi. Mızıka-ı Hümayun tören boyunca hazır
bulunmaktaydı. Tören salonunun ikinci katı izleyiciler için bir loca gibi
düzenlenmişti. Mebuslar ve yabancı elçilerinde katıldığı törenden sonra ziyafet
verilmekte daha sonra tiyatro izlemeye geçilmekteydi. Elçilerin eşleri törenden
sonraki gün saraya davet edilir, kendilerine saray gezdirilir ve ikram ve
hediyelerde bulunulurdu.
Sultan
Abdülhamid sonrası muayede merasimleri eskisi kadar ihtişamlı geçmemiş ve
bayram namazı için Beşiktaş çevresindeki camiler seçilmeye başlanmıştı. Bu
törenlerde mebusların saçak öpmeden ya da temenna etmeden törende bulundukları
görülmüştür.
Cuma Selamlığı:
Sultanın/halifenin
Cuma namazına alayla gitmesi ilk Müslüman devletlerden beri uygulanan bir
gelenektir ve sultanın hutbeyi kendi okuduğu da görülmüştür. Cuma Selamlığı bir
merasim olarak Osmanlı’da 19. Yüzyılın ikinci yarısından görülmeye
başlanmıştır. Bu tarihten önce Cuma namazına giderken bir alay
oluşturulmaktaydı fakat bu alay özel bir alay değildi. İlk başta Topkapı Sarayı
çevresindeki camiler tercih edilirken boğaz içindeki saraylara geçildiğinde
sahilde bulunan camiler tercih edilmeye başlandı. Padişahlar Cuma selamlığına
çıkmaya özen gösterirler ve üst üste birkaç hafta çıkmadıkları selamlıklarda
halk arasında sultanın sağlığının bozulduğuna dair söylentilerin çıkacağını
bilirlerdi. Bazı yabancı gazetelerde dahi sultanın selamlığa çıkmadığı hakkında
haberler çıktığı görülmüştür. Camiye karadan gidilecekse padişaha Peykler eşlik
ederlerdi. Eğer denizden gidecekse saltanat kayıkları ve kayıklardan oluşan
yedi teknelik bir alay oluşturulurdu ve savaş gemilerinde atılan selam topları
eşliğinde yola çıkarlardı.
Cuma selamlığının tam olarak bir
tören haline gelmesi II. Abdülhamid döneminden itibaren gerçekleşmiştir. Yıldız
Sarayı döneminde yapılan Hamidiye Camiinde yapılan selamlıklarda halkın sultanı
görmesinin ötesinde bir askeri teftiş havasına bürünmüştür. Törene katılacak
birlikler İstanbul’un farklı noktalarındaki kışlalarından çıkarlar ve Karaköy
civarında birleşerek bir kortej halinde ilerleyerek bugün Barbaros Bulvarı olan
noktada Yıldız’a çıkmak için emir beklerlerdi. Törende Yıldız yokuşunda 10.000
ila 14.000 kadar asker hazır bulunurdu. Bu birliklerin içinde Ertuğrul Süvari
Alayı'nın dâhil olduğu 3 süvari alayı, Plevne Taburu'nun dâhil olduğu piyade taburları,
1 Bahriye Silahendaz Taburu ve 1 Bahriye Bölüğü, İtfaiye Taburu, 1 Bölük
Jandarma, 1 Bölük Polis, 1 Topçu Piyade Taburu, 1 İstihkâm Bölüğü, 1 İnşaat
Bölüğü ve 2 bando dâhildi. Bunların dışında birlikler de mevcuttu.
Sultan alayla saraydan çıkarak
camiye gider, namazdan sonra alayla ya da tek olarak arabayla saraya dönerdi.
Yabancıların bu alayı izlemek için saraya geldikleri ve kendilerine ayrılan
kısma geçtikleri anlatılmaktadır. Bazen güvenlik için gidilecek cami birkaç
saat önceden değiştirilirdi.
Sultan
II. Abdülhamid’in karakteri hakkında en çok bilgi bu bölümde sunulmuştur.
Kabul Merasimleri:
Kabul
merasimleri dış politika açısından önemli bir rol oynamaktaydı. Klasik dönemde
gerçekleştirilen pek çok şey 19. yüzyıl itibariyle terkedilmek zorunda kalındı.
Elçilerin kabulünde kollarında iki kişi ile huzura çıkarılması, hamama
götürülmeleri ve teşrifat kalemi tarafından kendilerine verilen kıyafetleri
elçiler hakaret olarak görmeye başlıyor ve bu uygulamaları reddediyorlardı.
Bunlar üzerine bu uygulamaların gevşetilmeye başlandığını görmekteyiz. Diğer
yandan elçiler arasında da bir rekabet olduğu görülmekte. Birbirine düşman
ülkelerin elçileri birbirlerinden daha üstün olduğunu iddia ederek tören
konusunda daha iyi şartların sağlanmasını ve farklı imtiyazlar verilmesi
hususunda taleplerde bulunuyorlardı.
Elçiler
ilk önce İstanbul dışında karşılanır ve şehre bu karşılamadan sonra girerlerdi.
Saraya gitmeden önce sadrazamla ve hariciye nazırı ile görüşür daha sonra alay
ile huzura çıkarlardı. Huzura çıkmadan önce kahve ikram edilirdi. Kişinin
rütbesine göre çubuk ikram edildiği durumlarda vardır. Kendisine huzura alınışı
erkene alındığından kahve ve çubuk ikram edilmediği için kendisine hakaret
sayıp diplomatik kriz çıkaran ve kendi alay ve mızıkası ile saraya gitmekte
ısrar eden Fransız elçisi yüzünden tansiyonun arttığı zamanlar görülmüştür.
Elçiler İstanbul’a gelmeden önce bir önceki elçiden neler yapmasına dair
etraflıca bilgi almaktaydılar. Elçiler huzurdan ayrılırken kendilerine
hediyeler ve nişanlar ihsan edilmekteydiler. II. Abdülhamid dönemine
geldiğimizde elçilerin saraya eşleri ve hatta çocukları ile ziyarette
bulundukları görülmektedir.
Elçiler
dışında İstanbul’a gelmiş olan hükümdar ve prensler için kabul törenlerinde bu
durum çok yaşanmadığından önce yurt dışına gitmiş olan paşalar ve sefirlere ne
yapılacağı danışılır ya da o ülkenin İstanbul elçisinden yardım istenirdi.
Gelen misafirler önce gemide hariciye nazırı tarafından karşılanır daha sonra
sultanın huzuruna çıkarlardı. Sultanda misafirin kaldığı yere iade-i ziyarette
bulunurdu. Gelenler için ziyafetler tertip edildiği ve bu ziyafetlere katılacak
kişilerin yurt dışı temsilciliklerde bulunmuş kişilerden tercih edildiği
bilinmekte. Yine krallar denizde karşılanıp daha sonra alayla saraya geçtikleri
bilinmektedir.
Elçiler
ve hükümdar/prensler dışından yurtdışından gelen danışmanlar sık sık saraya
davet edilirlerdi. Moltke’nin Sultan II. Mahmud tarafından çok sevildiği ve her
fırsatta davet edilip kendisine ihsanlarda bulunulduğu görülmüştür. Dr. Sigmund
Spitzer ile Sultan Abdülmecid’in yakınlığı bilinmektedir. Sultan Abdülhamid
saraya davet ettiği kişileri ile yakından ilgilendiği, ikramlarda bulunduğu ve
tokalaştığı bilinmektedir.
Dini Merasimler:
Osmanlı’da
iki dini merasim bulunmaktaydı. Bunların ilki Hırka-ı Şerif ziyaretidir. Hz.
Muhammet’e ait olan hırkanın özel günlerde sultanlar tarafından giyildiği
bilinmekte. Aynı zamanda Ramazan ayının ortasında Hırka-ı Şerif dairesi ziyaret
edilirdi. Sabah namazını sultan bu dairede kılardı. Daha sonra öğle namazı
ardından davetliler saraya gelir ve daireye alınırlardı. Hırkanın bulunduğu
sadık sultanda bulunan altın anahtarla açılır ve hırka çıkarılırdı. Daha sonra
dua edilir ve odadakiler hırkanın bir köşesine yüz sürerlerdi. Yüz sürülen köşe
bir tülbentle silinir ve bu tülbent yüz süren kişiye verilirdi. En sonda
hırkanın yüz sürülen köşesi altın bir maşrapa içinde yıkanırdı. Sahil
saraylarına yerleşildikten sonra Topkapı Sarayı’na gidiş için alaylar
düzenlenmiştir. İkinci merasim Mevlid-i Nebevi Kıraatıdır. Rebiülevvel ayının
12. Günü yani Hz. Muhammed’in doğum gününde yapılmaktaydı. Klasik dönemde
Ayasofya ve Sultan Ahmet Camii’nde okunurken II. Mahmud döneminden itibaren
çeşitli camilerde okunmaya başlanmış; II. Abdülhamid döneminde Hamidiye
Camii’nde okunmuştur. Sultan düzenlenen alayla camiye gelir ve kıraat başlardı.
Sonuç olarak Osmanlı 19. ve 20. yüzyılda sadece
orduda ve bürokratik alanda değil törenleri ve kendini dış dünyaya açma
konusunda da batılılaşma yoluna gitmiş, törenleri propaganda amacı olarak
kullanmıştır. Diğer yandan törenlerde imparatorluğun gücünü kaybetmeye başlamasının
izlerini yazar bize göstermektedir. Elçilerin tavırları, sultana yapılan alkış/tezahüratlar
bunun bir örneğidir. Klasik dönemde “Padişahım çok yaşa! Kılıcın değsin arşa!”
tezahüratı artık son yıllarda “Padişahım çok yaşa! Devletinle bin yaşa!”
tezahüratına dönüşmüştür. Merasimler bir nevi hasta adamın yatağından kalkıp
boy göstererek ben buradayım mesajı vermesidir.
Yorumlar
Yorum Gönder